Hoşgeldiniz Ziyaretçi. Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Gönderen Konu: TUZAKLAR  (Okunma sayısı 1753 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Admira

  • Üye
  • *
  • İleti: 12
  • Karma: +0/-0
TUZAKLAR
« : 08 Ağustos 2007, 15:13:10 »
"NLP Trainer & Consultant" Doç. Dr. Turgay BİÇER'in makalesinden


TUZAKLAR

Kendisinin ne olduğunu bilmediğimiz bir hayatın gölgesindeyken, farkında olarak veya olmayarak, bizler ya da başkaları bir takım yaşam modelleri sunar derinliklerimize. Çoğunlukla da sorgulanmaz bu doğru kabuller. Sorgulansa bile ne kadar geçerli olduğu da kafaları kurcalar durur.

Doğru olarak kabul ettiğimiz bazı önermeler de bazen güçsüzleştirir bizleri. Alıkoyar bizi yaşamaktan ya da ıskalarız yaşamın tatlı günlerini. Tuzaklar kurarız kendimize ve başkalarına. Sonra da çırpınır dururuz.

Tuzakların farkına vardığımızda, yeni pencereler açılır önümüz, arkamız ve her yanımızda, tarafında bizleri gökkuşağı gibi sarar. Başka yaşam modelleri ve önermeleri belirir ya da yenilerini keşfederiz.

İşte bazıları meydan okumamız gereken.

İlki ciddiyet. Eğitim seminerlerimde veya derslerimde ciddiyeti sorarım katılımcılara. Sonra onu bana tanımlamalarını isterim. Yanıtlarının çoğu gülmeye ve somurtan ya da nötr, anlamsız, kuru bir yüz resmidir. Gülen yüzlerin oranı oldukça azdır. Ciddiyet pek de güleryüzlü anlaşılmıyor. İnsanlar ciddiyetten kaçıyor çünkü ciddiyet olumsuz bir çağrıştırıcı olarak kabul edilmiş. İnsan doğası olumsuzdan kaçıp olumluya yönelmek olduğuna göre doğal bir sonuç aslında. Ciddiyet sevilmiyor. Soğuk, donuk ve sıcaklıktan yoksun. Alt sistemleri olumsuz.

İnsanlar ciddi olmak uğruna çok acılar çekiyorlar. Ciddiyete tebessümle, coşkuyla, sıcaklıkla marine edip yeni bir boyut vermeli. Ciddiyet denildiğinde gülen ve sıcak bir yüz anlaşılmalı. Kim bilir belki o zaman ebeveynler çocuklarını uyumadan da öpmeyi, öğretmenler bir bilgisayar ya da oyuncaklar gibi çocuklara karşı sabırlı olmayı, insanlar kendileriyle barışık olmayı, hatalarına gülmeyi, ve daha ince şeyleri öğrenecekler ve öğretmeye başlayacaklar kolayca.

İkinci tuzak kendini önemseme tavrıdır. Tabii ki insan kendisini değerli ve önemli kabul edecektir. Bizim ülkemizde “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sendromu vardır. Mutlaka herkese olmasa da çoğu kişiye kendimizi öyle ya da böyle gösterme gereğidir. Değerli olmakla önemli olmak karıştırılır. Maçlarda, toplantılarda, vb. gibi yerlerde bunun farkını görebiliriz. Önemli olmak kendi başına bir olgu haline gelir. Tabii o zaman esas oğlanlar çoğalınca o kadar da figürana gereksinim duyulacaktır doğal olarak. Birilerinin mutlaka birilerini önemseme zorunluluğu doğacaktır.

Önemli olma isteği bir anlamda olumlu da olsa insanın doğallığını, kendiliğindenliğini, yaşama olan merakını almaya başlıyor elinden. Kalıplıyor kendisini. Özgünlüğünü yok ediyor.

Çocukları o yüzden çok seviyorum. Önemsenmek, ciddi olmak gibi dertleri yok. Oldukları gibiler. Doğallar. İçlerinden geldiği gibi yaşıyorlar. Oğullarımı izledikçe daha çok şey öğreniyorum onlardan hayata ve daha nasıl mutlu olunacağına dair. Çocuklarım her an her durumda mutlu olmayı biliyorlar. Canları sıkılmıyor hiç. Kızgın veya üzgün olsalar o durum çok kısa sürüyor. Hemen unutup kendi dünyalarına dalıyorlar. Hayret ediyorum. Hiç mutlu olmak, doğal olmak, içlerinden geleni yapmak için ne bir seminer ne de bir eğitim aldılar. Okul da bitirmediler. Onları karşımıza alıp öğretmedik bunları. Kendi becerilerini kendileri getiriyorlar. Bazen kendime soruyorum “Bunlar mı çok hareketli bizler mi çok yavaşız?” diye. Her şeyi merak etmeye, öğrenmeye devam da ediyorlar. Hata yapmak, başaramamak, yetersiz kalmak diye korkuları da yok. Canları ne istiyorsa onları yapıyorlar.

Diğer bir tuzak da başarı tutkusu. Başarı tabii ki güzel ama başarının ne olduğunu veya olmadığını iyi tanımlamak gerek. Neye, kime, hangi durumda başarı. Başarının bir yolculuk olduğu, asla bir hedef olmadığı söylenmeye başladı. İyi de nereye bu yolculuk? Neyle? Kimle? Nasıl? Hangi durumda?

Başarıya gitmek mi gerek yoksa başarıyı kendimize çekmek mi gerek? Yoksa hepsi mi? Geçen gün bir arkadaşım, “Başarıyla fazla ilgilenmiyorum. Benim yaptığım keyif ve mutlulukla istediklerimi yapmaktır, ben yapmaya bakıyorum. Gerisi kendiliğinden geliyor,” dedi. Hatta başarı bazen insanı öyle bir etkisi altına alıyor ki sonra insan doğallığını yitiriyor. Başarısının kölesi haline geliyor diye ekledi. Arkadaşım bunu söylerken tanıdığım ve sanatında dünya literatüründe yeri olan bir sanatçı benim yaptığım TV programında Eminönü’nde bir balık ekmek bile yemekten mahrum olduğunu, oralara gidemediğini, doğru dürüst sokaklarda yürüyemediğini anlatırken pek de mutlu görünmüyordu. “Hep başarı istedim. İşte başarılıyım. Dünya beni tanıyor. Şöhretim var, ama başarı beni mutsuzluğa itti,” diyerek mutsuzluğunu başarısına bağlamaktaydı.

Başarı bizleri köleleştirmediği, bizleri zayıflatmadığı, doğallığımızı elimizden almadığı ölçüde güzel. Bizim başarımız başkalarının başarısızlığı üzerine kurulmuşsa o başarıdan pek başarı olarak söz edilebilir mi acaba?