Mevlana, bir gün medreseden çıkmış evine doğru giderken, caddenin ortasında tanımadığı bir derviş yolunu kesti. Gizemli derviş, Mevlana'ya şöyle dedi:
'İçinden çıkamadığım bir sorunum var efendi, ne olur söyle bana...Hz. Muhammed mi yüce ve büyüktür, yoksa Bayezid-i Bestami mi?'
Bu soru biraz fütursuzca sorulmuştu. Ama Celaleddin aldırmadı. Sükunet içerisinde şöyle yanıtladı:
'Bu nasıl soru ya Derviş Efendi? Elbette Hz. Muhammed büyük. Hem de çok büyük' dedi.
Derviş, ağır ağır gülümsedi. Bu kez de sorusunu şöyle sordu:
'İyi ama Muhammed; 'Yarabbi, seni tesbih ederim. Biz seni layık olduğun veçhile bilemedik' buyuruyor. Oysa ki Bayezid: 'Ben kendimi tesbih ederim, benim şanım o kadar büyüktür. Cesedimin içinde, Tanrı'dan başka varlık yok' buyuruyor. Buna ne buyrulur?'
Mevlana, karşısındakinin hiç de boş konuşan biri olmadığını, kolay kolay yabana atılmayacağını sezmişti. Bu soruyu da şöyle yanıtladı ağır ağır:
'Hz. Muhammed, bir günde yetmiş makam aşıyordu. Her makam ve mertebeye varınca, önceki makam ve aşamasından istiğfar ediyordu(günahlarının bağışlanmasını dileme). Bayezid ise vardığı tek makamda duruyor ve o makamın ululuğuyla kendinden geçiyor ve öyle söylüyordu.'
Derviş, Mevlana'dan bu yanıtı duyunca bir çığlık attı ve yere yuvarlandı. Mevlana da coşkulanmış, adeta kendini yitirecek duruma gelmişti. Dervişin yanına yaklaştı ve onu kucaklayarak ayağa kaldırdı. Sanki iki derya burada okyanus olup birbirine karışmıştı. Derviş kendine gelir gelmez, birbirlerine kenetlenip kucaklaştılar. Celaleddin, Dervişin koluna girerek, kırk yıllık iki dost gibi eve doğru yürümeye başladılar.
Kısaca bu Derviş, Mevlana'nın yıllardan beri ortaya çıkmasını ve kendisine gelerek içinde bulunduğu boşluğu ve yanlızlığı gidermesini beklediği bilgeydi. Şems, Mevlana'nın yaşamında büyük bir devrim yaratmıştı. Mevlana benzeri bilgin ve temkinli bir Sufi'yi Aşk denizine atmış, kendinden geçirmiş, coşturmuştu. Mevlana'daki cevher başkalaşmış, başka başka çeşitlere bürünür olmuştu. Artık cevher yalnızca ışımıyor, daha çok aydınlatıyordu. İşte Şems'in gücü ve cezbesi bu denli farklı ve kökten yücelticiydi. Mevlana'nın onu görmesiyle yaşamı birden değişti. O artık güneşini bulmuş, yepyeni bir güneş olmuştu. Mevlana ve Şems buluşmalarından itibaren birbirlerine güneş olup, birbirlerini aydınlatmışlardı.
Şems, Mevlana'yı esas gönüller sultanı Mevlana mertebesine ulaştıran dosttu, sevgiliydi. Şems, Mevlana için aşılması gerekli bir köprü, Rabba ulaştıran bir araçtı.
Ancak şu bir gerçek ki seven insan kıskanırdı. Bu yüzden etraflarında ikisinin dostluğunu kıskananlar oldu. Konya halkından ve Mevlana'nın müritlerinden olanların Şems aleyhine dedikodu ve kıskançlıkları sürüp gidiyordu. Sultan Veled (Mevlana'nın oğlu) Şems'i ham kişilerin bu sözlerine aldırış etmemesi, onların kendisini ya da Mevlana'yı anlayamayacakları hususunda teselli ediyordu. Şems biliyordu ki bu yolda yokluğu varlığından daha değerliydi. O, bu yola Mevlana uğruna baş koymuştu. Rüyasında Tanrı'dan kendisini dostlarıyla buluşturmasını dilediğinde, bu yolda ortaya ne koyacağı kendisine sorulduğunda 'başımı' diye yanıt vermişti. Bu koyduğu başı ucunda ölümde olsa kaldırmayacaktı koyduğu yerden. Yeter ki Yüce Mevlana'yı ulu mertebesinden çok daha ulu yerlere aşırıp çıkarabilsin.
Gerçekten de sonunda Şems bu yolda başını feda etmiştir. Bir rivayete göre, bir gece şehit edilip bir kuyuya atılmıştır. Bu kuyuyu düşte gören Sultan Veled, yakın dostlarıyla gidip cesedi kuyudan çıkarmış, Mevlana'nın medresesine bitişik bir yere gömdürmüştür. Bir başka söylenti de Şems'in Mevlana'nın babası Sultanül Ulema'nın yanına gömüldüğüdür. Bu konuda pek çok menkıbe bulunmaktadır. Nitekim bugün Konya'da 'Şems Makamı' denilen ve Mevlevi töresince, Yeşil Türbe'den daha çok ziyaret edilen ve usulen Mevlana'nın türbesinden önce ziyaret edilen, Selçuklu tarzında kurşun kaplama bir kümbet ve çatıyla örtülü Mescit-i Türbe'de büyük, boş bir sanduka bulunmaktadır ki bu sanduka, kenarları muntazam örülü, battal bir kuyunun ağzını kapatmaktadır. Şems'in cesedi belki de orada bulunmuş, başka bir yere taşınmış ve bu sanduka acı anıyı sonsuzlaştırmak üzere oraya konulmuştur. Saygıyla anılan Şems Makamı, işte böylece meydana gelmiştir. Yoksa o kuyu önce kuyu iken sonra mezar olarak mı yapılmıştır? Yoksa Şems-i Tebrizi başka yerde değil de hala orada mı yatmaktadır? İşte tüm bunlar Sultan Veled ve yakın müritleri arasında bir sır olarak kalmış gibi görünmektedir.
MEVLANA'DA İNSAN OLMAK - H. ZEKAİ YİĞİTLER