Ülkemizde yanlış algılanan önemli konularından birisi de “ciddiyet” olgusu; sözcüğüdür. Herkes ciddi olmaktan bahseder, ciddi olmanın önemini anlatır ama iş gerçekten “Ciddi mi bu insanlar söyledikleri gibi?” sorusuna gelince işlerin hiçte öyle olmadığı görülür. Hem üniversitedeki derslerimde hem de seminerlerimde katılımcılara ve öğrencilere sık sık tahtaya gülen, tarafsız (nötr) ve kaşları çatık, somurtkan insan yüzleri çizerim ve “Bu yüzlerden, insanlardan hangisi daha ciddi?” diye sorarım. Genellikle şartlanmaktan olsa gerek kaşları çatık olanı en ciddi, duygu ifadeleri olmayan ve nötr yüzlü insanı ikinci derecede ciddi, sıkı durun, gülen insanı ise birkaç kişi dışında ciddi olarak görmüyor.
“Peki bu insanlardan hangisini eş olarak seçersiniz; hangi insan yöneticiniz olsun istersiniz ya da hangi ortamda daha verimli olacağınızı düşünüyorsunuz?” dediğimde herkes sözbirliği etmişçesine gülen yüzlü insanı gösteriyorlar. Bir zamanlar Yeşilçam filmlerinde de aynı temalar işlenirdi. Esaskız, esasoğlana “Ciddisin değil mi Tarık?” diye sorar ve esasoğlan ise “Tabii canımın içi, çok ama çok ciddiyim” der ve evlenirler. Bir bakarsınız ki sonra “ciddiyet”ten olsa gerek, ciddi ciddi kavgalar, ayrılıklar ve nefretler başlar aralarında…
Ciddiyet; kuru, sıkıcı, tekdüze, coşkudan yoksun, anlamsız ve manasız olunca işe yaramıyor. Ciddiyet, lacivert giymek, ağır ağabey/abla gibi görünmek, kaşları çatık ve mutsuz insan rolü oynamak, insanlardan uzak durmak, kendine önemli süsü vermek gibi içi boşaltılmış olarak algılanınca yazık oluyor insana. Ciddiyet gerçekten önemli bir olgudur; güleryüzlülüğün, sadeliğin, kararlı olmanın, bilgili ve bilge olmanın yansımasıdır aslında. İçi boş bir sözcük değil, aksine hayatı yaşamış ve bilmiş insanın güler yüzlülüğüdür anlayana.
Önce karmaşalarımızdan kurtulmak, rahatlamak, hafiflemek, kendimizle barışık olmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Kendimizle barışık olmayı öğrendiğimizde başkaları ile daha da barışık olmayı, işbirliğini, birlikte çalışabilmeyi de doğal olarak öğrenmiş oluruz. Kavga etmek yerine uzlaşı aramayı, kıskanmak yerine imrenmeyi, başkalarının gözünde önemli ve değerli olmak yerine, önce kendimize saygımızı kazanmayı ve özgüvenimizi kendimiz için artırmayı öğreneceğiz devamında. Başkası için yaşamak, saçımızı süpürge etmek, birisi için kul olmak yerine bir “birey” ve “kendimiz” olarak yaşamayı, hayatı önce kendi özümüzde sindirmeyi kabul edeceğiz. Kendimiz olarak yaşmak derken “bencilce” bir tutumu değil, sağlıklı “Ben” olarak yaşamayı anlatmak istiyorum. Kendisini sevmeyen, anlamayan başkasını anlama ve sevme becerisini gösteremez; “Gösteririm” diyorsa eksik söylüyordur ve kendini kandırıyordur.
Ciddiyetten nerelere geldik. Kavramlar böyle işte. Yazıldıkları gibi değildirler, sınırsız içeriklere sahip olabilir, farklı kişilerde ve içeriklerde farklı anlamlar yüklenirler. Belki biraz daha güleryüzlü, rahat ve sade olmayı öğrenmemiz gerekiyor kısaca. “Özümüz” ya da “sözümüz” gibi davranmamız gerekiyor.
“Önemli” olmayı, “değerli” olmaya tercih etmeye; kendimize yapılmasını istediğimizi başkasına yapmaya (yapmamaya da olabilir) özen göstermemiz gerekiyor. Başarı için değil ama başarmak için birilerine bir şey “ispat” için değil ama “var olmak” için sınırsız bir şekilde tutkuyla çalışarak yaşamaya anlam vermek için bütün çabamızla hayata sarılmak gerekiyor.
Belleklerimizde iz bırakanları anımsadıkça hayran olduğumuz insanları düşündükçe güleryüzlü ciddiyetin de bu evrenin, yaşamın bir yerlerinde varolabileceğini kestirebiliyor insan. O halde bu korkular, kasım kasım kasılmalar, başkalarını küçük, değersiz ve öteki görmeler neyin nesi oluyor?
Prof. Dr. Turgay Biçer